Psikolojide benlik kavramına ilişkin ilk açıklamalar, psikolog William James’e aittir. James’e göre; benlik, en geniş anlamıyla, kişinin kendisinin ne olduğunu söyleyebileceği her şeyin toplamıdır. James, benliğin iki boyutta düşünülmesi gerektiğini savunur. “Düşündüğüm her ne olursa olsun, her zaman az çok kendimin farkındayımdır. Ayrıca kendi varlığımın da farkındayımdır. Aynı zamanda bu farkında oluş, benim tarafımdan gerçekleştirilmektedir. Böylece kendi benliğimi bir bütün olarak ele aldığımda ortaya çiftmiş gibi bir durum çıkmaktadır. Biraz bilinen, biraz bilen, biraz nesne biraz özne olabilen... O hâlde benliğimin iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan birine “Bilen Benlik (I)” bir diğerine “Bilinen Benlik (Me)’’ diyebilirim. Bunlar benliğin farklı yönleridir ancak ayrı iki şey değildir. Çünkü “Bilen Benliğin” kimliği “Bilinen Benliktir!” (James, 1963)
Ne edebi bir yazı dediğinizi duyar gibiyim. Merak etmeyin, bu defa kendi benliğimden, bölünmüşlüklerimden söz edeceğim size. Yüzyıllardır filozofların, psikologların binbir çeşitte tanımladığı "Benlik" kavramı beraberinde kimsin, nesin, necisin gibi soruları da beraberinde getiriyor. Benliği, bir metaforla anlatacak olsaydım, bu şüphesiz ki bir matruşka olurdu. Her gün aynı kavramı nasıl olur da farklı yorumlar insan? Çünkü tam tanımlandığını zannettiğin anda öğrendiklerin, keşfettiklerin ve algıladıklarınla yepyeni bir benlik çıkıyor karşına. İşte o an hem çok daha tanıdık geliyorsun kendine hem de hiç olmadığı kadar yabancı. Sonra o muhteşem uyum gücün, yeni benliğinle seni tek bedende bir bütün kılıyor, ardından bir yenisi daha çıkıyor ortaya. Peki ya soralım o küçük dev soruyu, ‘‘Kimim ben?’’
Kim olduğumu düşünmeye başladığımı fark ettiğimde lisedeydim. Varlığıma anlam yüklemeye çalıştığım, bir kimlik aradığım, tüm bu anlamlandırılamayan sayısız soyut kavramın içinde kaybolduğum dönemden geçtim ben de birçok insan gibi... Bazen bir "hiç" olduğum bazen de kendime mitolojik bir tanrı gibi fantastik güçler eklediğim ütopyamda benliğime verebildiğim en sade yanıt; ‘‘Ben insanların hayatlarında zorlanan insanların ruhsal eşlikçisi ve iyileştirici gücü olan birisiyim!" idi. Kendime benlik olarak adlandırdığım ve varoluş amacım sandığımın kendi problemlerimi bertaraf etme çabam olduğunu, Jung'un: ‘‘Bilinçaltının gücünün farkında olmayan kişi, başına gelen her şeyi kader zanneder.’’ sözünü okuyunca fark ettim. Yani yirmi altı yılımın son üç yılında başka biri oldum. Ne büyük yanılgı ama! Bu da yetmezmiş gibi benliğimin tek sahibinin kendim olduğunu sanıyordum. Ta ki rehberlik ve psikolojik danışmanlık öğrencisi olana dek... Mesleğimin beni nasıl bir içsel yolculuğa çıkaracağından bihaber, bana yapıştırılan, ‘‘İyilik abidesi, şirine, sorunları kendi sorunu gibi görüp çözmeye çalışan!’’ biri gibi koca koca sıfatların ismimin önüne geçmesine şaşırıyordum. Bir anlamda ‘‘benliğimden’’ ayrışmış bir hâlde var gücümle savaşıyordum. Rüştümü ispat edeceğim ya sözüm ona! Bir gün, o ardımda bıraktığım benliğimi aldım yanıma. O kadar bitkin, bitap bir hâldeydi ki. Tanıyamadım onu. Benimle konuşacak gücü bile kendinde bulamaz bir hâldeydi. Farkındaydım bunun... Fakat öyle sevimsiz bir karanlığın içinde sıkışmış, üzerime kapı çarpılmış gibi hissediyordum ki kendimi, benliğimin müşkül görünen o hâline aldırmaksızın bencilce karşıma aldım onu. Oysa en korkulu rüyamdı bencil olmak. Varoluşa kafa tutarak hep başkalarını kendimden daha çok önemsemeliydim ben. Ama bir tek benliğime bencil olacak kadar ben'mişim meğer. Bilmiyordum. Karşıma aldığımda benliğimi, hayatımda yaptıklarımın kaçının yalnızca kendim için olduğunu sordum ona. Cılız bir sessizlik oldu. Avaz avaz sustu. Konuşmadığı her an ağırlaştım oturduğum yerde. Kaskatı kesildim. Ben de sustum o an. Sonra gözyaşlarımla ıslandık ben ve benliğim... Sokaklar uyudu sonra. Sabah olduğunda benliğime hiç olmadığım kadar şefkatli bir şekilde, ‘‘Günaydın!’’ dedim. Onu aldım yanıma. Pejmürde görüntüsünden arınması adına geçmişin bütün tortulaşmış kirini sildim tek tek. Birçoğunun izi kaldı. Ne yapsam da geçmedi. Sonra durdum, o kirlerin geleceğime bir öğreti olabilmesi için yok olmadığı ihtimali belirdi zihnimde. İşte o an bıraktım elimde ne varsa. Yalnızca o yara izlerini incelemeye koyuldum. Bana ne söylüyorlar? Neden varlar? Uzunca bir süre onlarla baş başa kaldıktan sonra benliğimi, bedenimden bir parçaya dönüştürdüm. Onu kendimden ayırmamaya kararlıydım. Sadece kendime ayırmıştım. Başkalarının beklentilerine, arzularına, emirlerine pabuç bırakmayacaktım. İç sesim önceden ne kadar titrekti, ne kadar kısık... Hatırladım. Sonra sahipsiz gökyüzüne bağırdım, ne söylemek istiyorsam... ‘‘Kim ne düşünür? Ben kötü biri olur muyum? Ayıp olur mu?’’ gibi ahlaki değer kıskaçlarından uzak kaldığım ilk andı belki de bu ömrümde. İyi ne? Kötü ne ki zaten? Kim bunun kararını veren o yüce yargıç? Niye onu daha hiç tanımamışken konulan Hammurabi Kanunları’nın esiriyim? Neden amansızca dövüyorum kendimi. “Ben … biriyim.” Bu boşluğa benim dışımda kaç kişi yazıyor olabilir o sıfatları? Hem de bu kadar fütursuzca. O haykırdığım günden beri ben, başkalarının olmamı istediği şekilde değil, olduğum hâlimle ‘‘ben’im’’ işte. Şimdi, ‘‘Ne geç kaldın,’’ diyor bir yanım, bir yanım da ‘‘Peki ya hiç fark etmeseydin?’’ İkililiklerden yorulup savuruyorum o sonu gelmez düşünceleri de. Benliğimi yanıma alıp mesleğimin beni en besleyen yanı olan çocukların yanında alıyorum soluğu. Görüyorum ki doğduğumuz andan itibaren benliğini sorguluyor insanoğlu. Doğuyor, ‘‘Güvende miyim?’’ diyor. Biraz büyüyor, ‘‘İhtiyaçlarım, bakım verenim tarafından karşılanacak mı?’’ diyor. Biraz daha büyüyor, ‘‘Ben ailemden bağımsız bir birey olabilir miyim?’’ diyor. Bu sorgulamaları yaparken bilgelikle oyuncakların metaforik gücünden faydalanıyor. Bazen kum oluyor benliği, bazen bir unicorn. Ne kıymetli bu benlik. Tam da bunları düşündüğüm anlarda oyuncakların iyileştiren gücünü fark eden kıymetli kuramcılardan Virginia Axline’ın sözleri çıkıyor karşıma; “Bence tüm çocukların tırmanmak için kendi tepeleri olmalı. Ve bence tüm çocukların gökyüzünde sadece kendilerine ait bir yıldızları olmalı. Ve bence tüm çocukların kendilerine ait bir ağaçları da olmalı. Bence böyle olmalı…” Belki böyle olsa özgürce yaslanırdık benliğimizin omzuna. Böylesi bir kabul ediş ve koşulsuz sevgiyle...
Evet ne demiştim? Ne kıymetli bu benlik… Var olduğunda başlayan ve yok olana kadar anlamlandırmak için debelenirken son bulan bir kavram... Belki birçoğumuz bu ben olma savaşında, bilincin algılayabildiği kadarıyla ve herkesin bizi gördüğü hâliyle tanıyoruz kendimizi. Oysa doğduğumuz andan itibaren bizi yetiştiren ebeveynlerimizin, temasta olduğumuz kişilerin gözündeki biz'in, benliğimizin bölünmüş birer parçaları olduğu şüphesiz bir gerçek. Şimdi bütün bu okuduğunuz satırların sonunda size o tılsımlı soruyu yeniden sormak isterim. Kimsin sen?
Yazar: SILA SALANTUR
Editör: Özlem Çetinkaya