Çocukluğumdan beri bir şekilde tiyatronun içinde bulundum. Ve beş sene önce bıraktığım sahneyi çok özlüyorum… Sahnede başka bir karaktere hayat vermeyi, onunla bütünleşmeyi ve onu yaşatmak heyecan doluydu. Artık bir aile olduğumuz ekibimizle yaptığımız provalar, spontane diyaloglar, doğaçlamalar hepsi birer mutluluk parçası içimde. Yaşadığımı ve yaşattığımı en çok hissettiğim yerlerden biriydi sahne benim için. Sahnede karakterle var olmak ve “o olmak” bambaşka bir histi. Rol yapmak özgürlüktü ruhumda. Aylarca çalışılan yirmi dakikalık bir oyun aslında benim için hep yeni bir yol demekti. Ekibimizle, arkadaşlarımızla çıktığımız o aylarca süren macera yolu, dakikalar sürecek bir oyun için her şeye bedeldi. Hele ki oyun gecesi…
Onyedi yaşındaydım. Lisedeydim ve o zamanlar en büyük tutkunu olduğum, şimdiyse büyük bir özlemle tekrar aradığım şeyi yapıyordum. Tiyatro. O sene üçüncü müzikalimize hazırlanıyorduk. Sene sonu gösterisi için sene başından itibaren çalışmaya başlıyorduk. Ve yolculuğumuz böylece başlıyordu. O sene gösteri gecesi üç farklı oyun sergilenecekti. Biri Türkçe bölümünün hazırladığı komedi tarzında oyun. Diğeri yabancı diller bölümünün ortaklaşa hazırladığı “Romeo ve Juliet”. Ve en son bizimki; Müzik bölümünün hazırladığı müzikalimiz “Peter Pan”. Bu üç farklı oyun ekibi sene boyunca genellikle birbirine rakip olurdu. Kulisler bir türlü paylaşılamaz, provalar izlenilsin istenmezdi. Gelin görün ki oyun gecesi her şey değişirdi. Bütün farklı ekiplerden herkes birbirine yardım ederdi. Romeo’nun makyajını Tinkerbell yapardı. Türkçe tiyatro bölümü, saç beyazlatıcı sprey bulamadığında müzikal ekibine gelirdi ve bütün o “yarış, rekabet” o gecenin “ailesi” durumuna dönüşürdü. Oyun gecesi bambaşkaydı. Çünkü herkesin heyecanı aynıydı. Kuliste ve koridorlardaki kabalık hep beraber çalışırdı. Farklı ekipten oyuncular ve hocalar dekorları beraber taşır, bütün o “rakip” ekipler bir anda tek bir ekibin parçası olurdu. İçimizdeki o heyecan, karnımızdaki ağrı, her şeye gülmemiz ve heyecandan elimizin ayağımızın dolaşıyor olması… Tüm bunların üstüne içeride sevenlerimizin bizi izleyici koltuğunda bekliyor olması tarif edilemez bir şeydi. Sahneye çıkmadan hemen önceki o son koridorda beklemek, bordo kadife perdenin birazdan karakterime açılacak olması, hikayenin bir parçası olmak; hele ki o hissettiğim güçlü heyecan sahneye çıktığımda bambaşka bir enerjiye dönüşürdü. Sahnede olmak ve karakteri canlandırmak, spot ışıklarından kimseyi görememek, tüm bunlar sanki bir hayal dünyasındaymışım gibi hissettirirdi. Oyun alanımdı orası. Çocuk gibi istediğim şeyi yapmakta özgürdüm. Başka biriydim. Hele ki eğer komedi karakteri canlandırıyorsanız, izleyicinin size gülmesi gereken yerlerde gülmesi hatta kahkahalar atması bambaşka bir histi. O sizin alkışınızdı. Sahnede oyuncu ve izleyici bir bütün olurdu. Zaten sahne koca bir bütünün ortaya çıkardığı en güzel şeydi. Ama bence en güzeli, canlı olmasıydı. Sahne o anda yaşıyordu. Işıkçısıyla, dekoruyla, oyuncusuyla, izleyenlerle ve kulistekilerle yaşayan bir yerdi sahne. Üstüne sahnede bir anda düşen dekoru, unutulan replikler, yanlışlıkla düşen peruklar ve doğaçlamalar da buna dahildi. Sahne o anda nefes alan bir yerdi her şeyiyle. İşte bu bütünün bir parçası olmak hayatımda yaşadığım en güzel deneyimdi. Ürettiğim en güzel şeylerdendi. Yaşayan bir sahnede, "yaşıyor" olduğumu hissettiren çok nadide bir şeydi. Şimdi bu günde, Dünya Tiyatro Günü’nde bu anılarımı tekrar tekrar yaşıyor olmak çok güzel. Sahneye olan tutkumun ve heyecanımın, hayatımda yarım kalmamasına niyet ederek bitiriyorum yazımı. Tiyatro iyi ki var!