Saat 09:25
Odanın tam ortasında duruyordum. Duvarda asılı olan saate baktım. Ahmet ben uyuyorken çıkmış olmalıydı. Anlıyordum ne kadar zaman önce gittiğini. Çünkü kokusu hala buradaydı. Gülümsedim...
Etrafıma bir göz gezdirdim. Kendimi ne kadar şanslı hissediyordum bir bilseniz. Bu evi ne kadar da çok aramıştık Ahmet’le. Yüksek tavanlı bir ev aradık durduk; kiremitli duvarlarında benim çizdiğim resimlerle bezeli. Kocaman pencerelerden yaşam alanlarımıza süzen ışıklar hayal etmiştik. O pencerelerin kenarlarında oturmak, aynı kalabalık caddeye bakıp sadece birbirimizin olduğumuz için mutlu olmak istiyorduk. Öyle de oldu; hem onun işine yakın hem de benim rahatça eserlerimi çıkarabileceğim mistiklikteydi burası. İstanbul'daydık. Hem de Cihangir’de.
Eskişehir’de tanıştım Ahmet’le. Soğuk iklimine bir Antalyalı olarak ne kadar alışamadıysam, aşka hep mesafeli bakan ben, Ahmet’e ne de çabuk alışmıştım. Okulun bahçesinde onu gördüğüm o ilk an, arkadaşımız Kalender’in bizi tanıştırması... Hele tanıştığımız günün akşamı aynı barda karşılaşmamız ve onun zil zurna sarhoş olması. Ne de utanır bu anıdan. Ne zaman bu anıdan bahsedecek olsam kızar bana. Prensipli biriymiş artık. Böyle çocuklukları hatırlamak zaman kaybıymış. Pek bir söylenir oldu bana bugünlerde zaten. Yine gülümserken buldum kendimi. Huysuzluklarını bile seviyorum bu adamın. Ahmet’in gerçeklikleri benim kalbi duygularımla birleşince o kadar güzel bir şey oluyor ki, tanımlaması çok güç. En güzel kokular geliyor burnuma, en sevdiğim yemeği yerken duyduğum hazzı duyuyorum, kazanılmış bir mücadelenin haklı gururunu hissediyorum Ahmet’leyken. Dünya dursa ben yine yaşarım gibi geliyor. Ahmet bana asla kaybetmeyeceğim bir şeyi verdi sanki; aşkı. Ölünce bile hissedeceğim tek şey bu.
Salonun içinde durmuş bunları düşünürken gözüm yine saate kayıyor. Saat hala 09:25... Bir önce kini yanlış gördüm herhalde diyorum. Ah bu Ahmet kafa mı bırakır insanda? Yine gülümsüyorum. Bu aralar sık sık kendime hatırlatma gereği duyduğum bir eylem bu; gülümsemek... Ahmet’in mimarlar odasında yapacağı görüşme için stresli oluşu bizi de etkiledi. Eskişehir’den İstanbul’a uzanan beş senelik bir ilişkinin mevsimi de oluyor tabi. Eskişehir de üşüdük, İstanbul’da ıslandık. Ama biz hep kendi evimizde güneşlendik. Sıcağı ne kadar seviyorsam Ahmet’i de o kadar sevdim. Çocukluğumun Konyaaltı sahili; altından kumlar, Kaleiçi sokakları. Hepsini ama hepsini Ahmet’in içinde keşfettim ben. Bilmez o ama ben ne zaman Antalya’yı özlesem Ahmet’in içinde gezinir dururum. Kokusunu içime çeker gözlerimi kapatırım. Akdeniz’in derin maviliklerine dalarım onun gözlerinde. O bilmez ama bilirim bana ne kadar iyi geldiğini. O ise Eskişehir’e bile çabuk adapte olan çok yakın iklimli biriydi; Ankaralıydı. Denizi çok severdim ben o ise Ankara’ydı. Vardı bu işte bir delilik. Lakin biz bu deliliği çok sevdik.
Kırmızı kanepemin üzerinde Ahmet’in dün geceden kalma battaniyesini kaldırdım. Yatak odasına doğru yürürken çiçekleri de sulamadığımızı fark ettim. Ahmet’in son zamanlarda olan ilgisizliği sadece bana değilmiş demek ki. Kalemlerine, kağıtlarına, projelerine, bilgisayarına hatta aslında hiç sevmediği takım elbisesine bile bizden daha çok ilgi gösterir olmuştu. Sanırım hayatında ki canlılara karşı bir ilgisizliği vardı artık. Tek canlı olarak kendini görüyor olması ve aynen bu duyguyla da yaşıyor olması da pek tesadüf değildi sanırım. Kendi canlılığını yok ediyoruzdur belki de nefes alarak. Varlığımı hissettirmeye çalışarak kendine kurduğu tek kişilik yaşam alanında onun nefes almasını engelliyorumdur. Kim bilir... Geçeceğini umut ettiğim bir dönemin artık sonuna gelmeyi ve eski bize kavuşmayı çok istediğimi fark ettim. Özlüyordum... Ahmet’i. Antalya’yı da. İkisine de çok uzağım.
Yatak odasından tekrar salonumuza doğru yürüdüm. Tekrar saate baktım. Saat 09:25. Gülümsedim yeniden. Sanırım saat bozulmuştu. Pillerini en son ne zaman değiştirdik ki? Diye düşündüm. Ahmet’e söylesem gelirken alır mı? Genelde ondan bir haber yaşadığım cep telefonumu elime aldım; teknolojinin ilk ürününe saygımdan hala tuşlu telefon kullanıyor; nostaljiye olan ilgimden sevgilimin ismini Ahmet Bey diye kaydediyordum. Elime aldığım yadigarımdan Ahmet’in telefonunu tuşladım;
“Aradığınız numara kullanılmıyor.” dedi telefonun içinde ki bilmiş ses. Benden daha iyi nasıl bilebilirdi bunu? Ne demek kullanılamıyor? Yanlış mı tuşladım diye kontrol ettiğimde, telefonumun en son aranan numaralarının en üstünde o isim duruyordu işte; Ahmet Bey! Tekrar aradım, yine aynı ses duyuluyordu; “aradığınız numara kullanılmıyor” Nefesimin kesildiğini hissettim. Saate tekrar baktım. Allah’ın cezası saat hala 09:25! Ama bir farkla; saatin camı çatlamış. Anlamıyorum; ne zaman oldu bu? Başım dönmeye başlamıştı. Kırmızı kanepemi elimle yoklayıp oturmak istediğimde yere düştüm. Koltuğum? Ahmet’le beraber eskiciden alıp yeniden kaplattığımız kırmızı koltuğum? Yoktu. Ellerim titremeye başladı. Sanki tüm ev üzerime yıkılacaktı. Duvarların oynadığını hissediyor bir toz bulutunun arasında kalacağımdan korkuyordum. Telefonumu tekrar elime alıp son aramalarıma baktığımda Ahmet’in hemen altında ki ismi gördüm; Psikiyatrist Gönül Hanım. Düşünmeden arama tuşuna bastım;
-Gönül Hanım... Ben Yaprak... Be.. Ben iyi değilim. Ahmet’e ulaşamıyorum. Korkuyorum. Dedim.
Gönül Hanım:
-Yaprak 'çığım lütfen sakin ol. Neredesin?
-Evimizdeyim. Ahmet’le evimizdeyim. Cihangir’de. Ama daha demin battaniyesini kaldırdım ben... Ben kokusunu duydum. Saat de bozuk. Gönül Hanım saat kaç?
-Yaprak 'çığım. Korkmanı gerektirecek hiçbir şey yok. Ahmet’le 8 aydır ayrısın. O boş eve bir daha gitmemen konusunda anlaştığımızı düşünmüştüm. Senin için zor biliyorum ama terk edilmek yaşaman gereken bir duygu sadece. Üstesinden geleceksin. . Biliyorsun bunu biz seninle...
-Konuşmuştuk değil mi? 8 ay önce bugündü. 5 yıllık ilişkinin iliğini emeğini sömürdüğümüz son zamanlardı. İlgisiz Ahmet’le pısırık Yaprak’ın hikayesiydi artık. Ankara’dan bir İstanbul yaratmak istemekti benimkisi. Beni terk etti. Eşyaları aldı. He bir de bu aptal saat var. En son kavgamızda bana kitaplarını fırlatmış kafamı eğdiğimden kitaplardan bir tanesi saatin camını çatlatmıştı. 09:15 … Durmuş işte saat. Tıp ki benim gibi. Ben de durdum o saatten sonra değil mi Gönül Hanım?
-İyi olacaksın Yaprak. Beraber Antalya’ya gideceğiz seninle.
-Gidecek miyiz gerçekten?
***SON***