SEVMEK İLLE DE SAHİP OLMAK MIDIR?

Yorum · 2365 Görüntülenme · Okuma Süresi: 6 dakika

“Erkek adam kadınına sahip çıkar. Seven insan kıskanır. Kızım adamın iplerini elinde tutmazsan kaçırırsın. Sevgili dediğin öyle başı boş bırakılmaz.” Neden bu kadar korkuyoruz sizce hakim olmamaktan? Cevabı basit...

Yazan: Özgür Uysal

@benozguruysal

 

Kendine Soru: Neden hakim olmak istiyorsun?

En büyük klişelerden biridir, “Seven insan kıskanır.” Freud abimizden Lacan’a kadar tüm isimler kıskançlığı ve sevgiliyi “sahiplenme” konusunu işlediler. Yeni bir şey değil yani. Cevabı da yeni değil dolayısıyla. Kıskançlığın pek çok farklı şeyle alakası olabilir ama sevgiyle alakası yoktur. Kıskançlık, değersizlikle ilgili olabilir. Kaybetme korkusuyla, ilkel dürtülerle ilgili olabilir ama sevgiyle ilgili değildir. En fazla sevgisizlikle ilgili olabilir. Birini kıskanıyorsak, sevdiğimiz bir şeye hakim olmaya, onu kontrol etmeye çalışıyorsak bunu kaybetmemek için yapıyoruz. Üzülmemek için yapıyoruz çünkü eğer sevdiğimiz bir şeyi kaybedeceğimizi düşünürsek  o zaman beynimizin arkasında şu çalışmaya başlıyor, “Sen sevilmeye değer biri değilsin. Onun için kaybedeceksin.” İşte bu değersizlik korkusu bizi ilkel beynimize, amigdalaya kadar götürüyor. İlkel beyinde sadece iki eylem vardır: Kaç ya da savaş. Biri eğer kendini yeterince sevilebilir ve değerli hissetmiyorsa sevdiğinden karşılık alamayacağını düşünür ya da daha kötüsü ona sevgi gösterilse bile bunun suni ya da gelip geçici olduğuna inanır. Dolayısıyla aklında hep, “Elbet bir gün gidecek” kaygısıyla yaşar. Kaybetmemek için ya sevmeye, sevilmeye başladığı ilk anda kaçar ya da kendisi ve karşısındaki insanla sürekli kontrol ve hakimiyet savaşına girer. Bu da bizi kıskançlık ve özgürlük kısıtlama mücadelesine getirir.

 

Serbest bırakmaya hazır mısın?

Freud’a göre normal kıskançlık, kaybedildiğine inanılan sevgi nesnesinin neden olduğu acı ve kederden, narsistik yaralanmadan, rakibe duyulan düşmanca duygulardan ve az ya da çok var olan özeleştiriden oluşur. Yansıtılmış kıskançlığıysa, kişinin kendi bilinçdışı sadakatsizlik fantezileri olarak yorumlar Freud. Yani güzel abimiz şöyle diyor: “Kıskanıyorsan bunun sebebi ya acıdan kaçmaya çalışan narsistliğin ya da senin de güvenilmez biri olman.” Özetle hakim olmaya çalışmanın, sahiplenmenin, kıskanmanın karşımızdaki insanla hiçbir alakası yok. Tüm sebepler Avatar’daki ağaç gibi kıskananın kendisinde toplanıyor. Yani ipleri kendimize bağlamışız, sıktıkça karşımızdakini durdurduğumuzu sanıyoruz. Halbuki her seferinde kendi boynumuzu sıkıyoruz farkında değiliz. Farsça o kadar güzel bir dil ki her kelime bir hikaye anlatıyor. “Serbest bırakmak” dediğimde ne anlıyorsunuz? Öyle başı boş bırakmak, salmak gibi geliyor değil mi? Halbuki ser “baş”, best de “bez” demektir. Yani “serbest” demek, çağrıştıranın aksine “başı bağlı” anlamına gelir. Yani siz bıraktıkça, korkunun size yaşattığı karmaşalardan uzaklaştıkça daha çok bağlanırsınız. İşte bu bağlanma gönülden bir bağlanmadır. Gerçekten bağlanabilmek için önce serbest bırakmak gerekir.

 

“Korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz.”

Bir insan neden sevdiği, beğendiği şeylere sahip olmak ister? Çok temel bir dürtü aslında. Kaybetmemek için. Eğer sahip olursa hiç kaybetmeyeceğini düşünür. O yüzden bin yıllardır insanlık olarak topraklara sınırlar çizip çitlerle çeviriyoruz dünyayı. Antik Mısır’dan beridir yüzük takıyoruz parmaklarımıza, “Benim bir ilişkim var. Şu da benim sevgilim” diye göstermek için. “Benim sevgilim!” Birine sahip olabilir misin gerçekten? Biri senin olabilir mi yani? Kölelik bitti diyorlar? Sevgilim, bir tanem, aşkım diyerek önüne iyelik eki koymak gerçekten hakimiyet kurmanı sağlar mı? Tabii ki hayır. Buna kimse inanmıyor zaten. Sadece korkularını dindirmek için yapıyor herkes. “Benim manitam” diyor ki etraftan hiç “tehdit” gelmesin diye. Tehdit ne? Bu kadar sevdiği birinin bir gün hayatından gitmesi… Mohandas Gandhi’nin çok sevdiğim bir sözüdür: “Korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz.” Korkuyla korkaklık arasında fark yokmuş gibi görünse de aslında birbiriyle bambaşka şeylerdir. Korku bugün insanlığın hayatta kalmasının en önemli nedenidir. İnsan doğadan, kurttan, ayıdan, hastalıktan, afetten korkmasa hiçbir önlem almazdı. Korkudan kaçılmaz, korku kaçmamızı sağlar. Ama korkaklık… İşte bu da korkunun tam tersi, insanın asla yaşayamamasının duygusudur. Korkak insan gerçekten sevemez, kendini yaşadığı ana getiremez, kaygılarının içinde kaybolur.

 

Sevmek ve güvenmek özgürleştirir

Kaybetme korkusu bir bağlanma problemidir temelde. Psikolog John Bowlby, bunun çocukluktan geliştirildiğini söylüyor. Eğer bir ebeveyn size söz verip tutmadıysa, yanınızda olduğunu hissettirmediyse, bir noktada terk edildiğinizi ya da yalnız olduğunuzu hissettiyseniz güvensiz bağlanma geliştiriyorsunuz. Bu da tüm ilişkilerinize ileri yaşlarda hükmetmeye başlıyor. Herkes kaybetmekten korkar ama bazısı korkunun içinde kaybolur. Bu, iki sonuç doğurur. Kaybetmekten korkan biri ya hiç derinlemesine bir ilişki yaşayamaz, yani kimseye bağlanamaz ya da birine aşırı derecede bağlanır ve ona her yönüyle sahip olmak, kontrol etmek ister. Temelde her iki tip insan da ilişkiyi ve sevgiyi doyasıya yaşayamaz. Hoşlandığı kişiyle değil, kaygılarıyla ilişki içindedir. Kaçmasın diye bağlamak, kimse bakmasın diye kapatmak, sadece kendisine ait olsun diye sahip olmak ister. Halbuki birinin kaçmaması onu ne kadar sıkı sıkıya bağladığınla değil, kendini gerçekten sevmek için ne kadar özgür bıraktığınla ilgilidir. Eğer iki kişi de kendisi olursa, iplere gerek kalmaz. İpler kopar ama kalpler bir kere güvenle düğüm olursa kolay kolay çözülmez.

 

Çırpındıkça değil, kendini bırakınca boğulmazsın

Sevgi de korku da öfke de tüm diğer duygularla birlikte limbik sistemimizden ürerler. Biz de elimizden geldiğinde korkudan, üzüntüden, öfkeden kaçıp mutluluğa koşmaya çalışırız. Aman üzülmeyelim, hiç üzülmeyelim tamam mı? Her şey hep güllük gülistanlık olsun. Kişisel gelişim kisvesi altında 21’nci yüzyılın en büyük safsatasıdır bu. Beyninin aynı yerden ürettiği duyguların birini kucaklarken diğerlerinden ne kadar kaçabilirsin? Bunlar aynı evde oturuyorlar. Sadece birini görüp diğerlerini nasıl yok sayabilirsin? Sevmenin, ilişkinin içinde bu duyguların hepsi var. Seviyorsan onu kaybetmekten korkarsın, seviyorsan mutlu olursun, seviyorsan öfkelenirsin, yeri geldiğinde de üzülür ve kırılırsın. Biri olmadan diğeri var olamaz bu duyguların. “Ben sadece mutluluk alayım” diye bir sipariş veremezsin. Bu müessesede menüler ne yazık ki değiştirilemiyor. Ya tabağını bitireceksin ya da o restorana hiç girmeyeceksin. Yani yaşamayı reddedeceksin. Birine ve bir şeylere sahip olmak, hakim olmak için sürekli mücadele verirsen bir gün sahip olmaya çalıştıkların sana sahip olurlar. Eğer sevmek ve sevilmek istiyorsan suya girip ayakların yerden kesildiğinde çırpınmayacaksın. Çırpınmak ve paniklemek boğulmana neden olur, yüzmeni sağlayan şey sakince suyu kabul etmektir. Soğukluğuyla, sıcaklığıyla, dalgasıyla, sükunetiyle suyu kabul etmek… Hiçbir şeye hakim olmaya çalışmadığın gün, her şeye sahip olursun.

Yorum