İyimserlik ve Şikâyet ile Şikâyetçinin Samimiyet Ölçüsü Üzerine

Yorum · 697 Görüntülenme · Okuma Süresi: 14 dakika

Bir Mecburiyet Olarak İyimserlik

İyimserlik ve Şikâyet ile Şikâyetçinin Samimiyet Ölçüsü Üzerine

 

            Bu metnimizde öncelikle iyimserliği, sanki onun karşıtı gerçekçilikmiş gibi yapılan manipülasyonları masaya yatırmaya, böylece iyimserliğin hem imkânına hem de bu doğrultuda iyimserliğin bir mecburiyet olup olamayacağı sorusuna açıklık getirmeye çalışacağız. Ardından konu bağlamında şikâyetin ve şikâyetçinin samimiyetine dair bir ölçü olarak eylemin ve tavrın öneminin, daha da öteye gidersek bu ölçülerin “tekliğinin” üzerinde duracağız. Böylece eylemden ve tavırdan bir kaçış olarak kucaklanan kötümserlik ile bu tip bir kötümserliği bayraklaştırmış olan insanların aslında ne olduklarını ve ne yaptıklarını da ortaya koymuş olacağız. Başlayalım.  

 

            İyimserlikten söz edebilmek için öncelikle umut mefhumuna bir parantez açmalıyız. Daha önce de birkaç kez altını çizdiğimiz üzere: “Umutsuz yaşanmaz,” gibi bir kabulü ortaya atanların büyük çoğunluğu insanları umutsuz bırakıp felç etmek, böylece kendilerine itiraz, yani isyan edemez hâle getirmek isteyenlerdir. Umut konusunu bir madalyon gibi düşünürsek, onun bir yüzü tamamıyla kandırmacadır; diğer yüzü ise matematiktir. Kandırmaca boyutunu az önce kısaca açtık, matematik yüzünü de aydınlatalım öyleyse: Sözgelimi Bill Gates, Bill Gates’in umuda ihtiyacı var mıdır? Louis Ck’in tabiriyle, yolda yürürken yüz yirmi milyar dolarını düşürse, kaybetse, elinde bir yedi milyar doları daha olan adamdan söz ediyoruz. Dolayısıyla Bill Gates’in umutla kurabileceği tek ilişki, gezegenimizin akıbeti, insanlığın yüz yıl sonra karşılaşacağı susuzluk sorunu gibi şeyler üzerinden tesis edilebilir sadece. Bu insanın umutla birebir ilişki kurmaya ihtiyacı yoktur çünkü. Umutsuzluk onu, gezegenin bin yıl daha değil de on bin yıl daha yaşaması yahut ölümcül bir hastalıkla pençeleşen birinin hastalığını yenip yenememesi gibi konularda ziyaret edebilir, eğer ederse. Bu da bize “umut fakirin ekmeğidir,” atasözümüzün neden matematiksel bir gerçekliğe vurgu yaptığını kanıtlamaktadır. Hoşunuza gitsin ya da gitmesin ortadaki gerçek şudur: Umut bile sınıfsaldır. Yani evet, umut mefhumu bir yönüyle alçakça bir kandırmacanın aracına kolayca dönüşebiliyor, aynı yönde işte sözgelimi Nietzsche’nin de belirttiği gibi işkencenin özü hâline gelebiliyor ama diğer yönüyle fakir için umut her gün belli bir doz alındığında iyi hissettiren bir ilaç niteliğine de sahip. Elbette bu “ilaç” eğer alınmazsa insanı öldüren bir ilaç değil, kronik düzeye ulaşmış bir uykusuzluk sorunundan mustarip olan insanın uyku ilacı alması ya da almayıp acı çekmesi ama acı çeke çeke de belki bünyesini uyuyabilmeye alıştırabilmesi gibi bir etkiden söz edebiliriz. Umutsuz da yaşanır özetle, acılı olur ama; mevzu budur. Kaldı ki –ölümcül hastalık, gezegenin durumu vs. gibi hayatın olağan akışında ayda bir insanın karşısına çıkmayan şeyleri parantez içine alırsak- belli bir eşik söz konusudur, o eşiğin üzerine çıkıldığında umuda bir ihtiyaç kalmamakta, o eşiğin altına inildiğinde umuda yönelik bir ihtiyaç doğmakta, söz konusu eşiğin toptan ortadan kalktığı feci bir senaryoda ise zaten insan için ölüm, yaşamaktan daha güzel bir alternatif hâlini almaktadır. “Aman umudumuzu diri tutalım!” çağrıları bu yüzden komiktir ve yanlıştır, orada söylenmek istenen şey aslında şudur: “İyimser olalım.” Sözü söyleyenin aslında tam olarak neyi işaret ettiğini bilmemesi de bu gerçeği değiştirmez. Yine örneğin bugünün, 2021’in Türkiye’sinde üniversiteye başlamış olan pırıl pırıl bir genç “Geleceğe dair umudum yok,” derken de umuttan söz etmez aslında. Mutlu bir gelecek ihtimaline yaklaşımının kötümser olduğunu, bu konuda iyimser bir tavır takınamadığını dile getirir. Özetle umut, istense de diri tutulamayan, kaldırılıp bir kenara atılamayan ve belli bir noktadan sonra istense de ihtiyaç hissedilemeyen, kendi içinde bir matematiği olan ve bu nedenle tabir yerinde ise gerekli mevsim şartları uygun olduğunda yeşeren, olmadığında yeşermeyen ya da artık ihtiyaç kalmadığında budanmasında sakınca görülmeyen bir ağaç gibidir. Çorak bir yerdeyseniz ihtiyaç duyarsınız bu ağaca, yemyeşil bir dünyanız varsa bu ağaç manzaranızı kapattığından onu budarsınız, böyle bir lüksünüz vardır çünkü. Maalesef bataklığa gömülmekteyseniz de zaten ağaç, kuş, böcek gibi şeylerden daha köklü sorunlarınız var demektir ve yinelemek gerekirse yaptığınız, hissettiğiniz şey ölümün yaşama oranla daha iyi olabileceği alternatifine yoğunlaşmaktır. Bu konunun üzerinde belki de fazla durmamızın sebebi ise bir hata olarak “iyimserlik” ile “umutlu olmanın” aynı şeymiş gibi ele alınmasıdır. Söz konusu kafa karışıklığını giderdiğimize, erotik bir tabirle ön sevişmeyi istendiği gibi uzun tutarak geride bıraktığımıza göre artık mevzuya girebiliriz.

 

            İyimserliğin karşısına yüreklice kötümserliği koymak yerine âdeta mal bulmuş mağribî gibi “gerçekçi olmak” iddiasıyla çıkılmasının neden bir manipülasyon olduğunu izah etmek zorundayız. Gerçekçi olmak, resim sanatından hareketle, bir fili fil gibi çizmektir. Dali gibi gerçeküstücü sanatçılar ise yine bir fili fil gibi çizerler ama o filin bacaklarını atıyorum yüz metre olarak resmederler. Yahut bir insanı dört kollu olarak ya da kanatları çıkmış da uçmaktayken resmederler. Gerçekçiliğin, gerçeğin ne olduğunu anasınıfı düzeyinde işte böyle izah edebiliriz. En azından konumuz özelinde “Gerçek nedir, var mıdır?” gibi derin tartışmalara gerek yoktur yani. Daha da derinleştirmek ve böylece konumuza biraz daha yaklaşabilmek adına, “İşinize türküler söyleyip seke seke gitmiyorsanız o işten kimseye hayır gelmez, boşa yaşıyorsunuz,” gibi söylemleri hiç utanıp sıkılmadan kamuyla paylaşan alçaklara bakalım. Açık şekilde bu insanlık düşmanlarının yaptıkları şey neredeyse hiçbir şeyin olması gerektiği gibi olmadığı İYİ BİLİNEN bir ülkede sanki her şey güllük gülistanlıkmış da tüm puştluk insanın kendisindeymiş gibi takılmaları, yani gerçeklik, gerçekler üzerinden değil, kendilerine göre yaptıkları bir kurgudan hareketle konuşmaları, bunu da gerçek gibi satmalarıdır. Evet, hayatımıza baktığımızda çağımızın gerçeküstücüleri işte bunlardır. Dolayısıyla bu insanların yaptıkları şey ya da yaklaşımları iyimserlik de değildir, insanların aklıyla dalga geçmektir. İşte buna iyimserlik dendiği ya da bunun iyimserlik olduğu sanıldığı için kitle canhıraş bir şekilde, ne dediğini de hiç düşünmeden “Ben iyimser değilim, gerçekçiyim,” gibi akıl almaz bir saçmalığa tutunmaya başlamaktadır. Oysa gerçek, çok uzakta değildir konu hayat, gelecek, yaşamın niteliği olduğunda; bir şeyin imkânı ve imkânsızlığı ortaya konur ve konu kapanır. Nedir? Uzun bir süre yeni bir kıyafet alamamaktan şikâyetçi olan ama bu şikâyetini gerçekleştirdiği sırada üzerinde eski de olsa bir kıyafet bulunan insan için, o yeni kıyafeti almasının imkânı var demektir, o imkânı üzerinde taşımaktadır. Sokağa ya da nenelerimizin tabiriyle “el içine” çıkamayacak kadar çıplak değildir çünkü. Burada gerçekçiliği ihlal eden bir sav göze çarpmakta mıdır? Kurgumuzu biraz daha detaylandıralım, söz konusu insan bir yaz günü evinden çıkmış, arkadaşıyla Ankara, Seğmenler Parkı’nda buluşmuştur. Sefil bir durumda olduğunu bildiği arkadaşı ona “Şaraplar benden,” demiştir. Oturmuşlardır ve o sırada işte o şikâyet gerçekleşmiştir. Bu insan bir imkânı gerçek kılan başta sağlık, ortada eş dost faktörünün varlığı, en alt basamakta ise çıplak kalmamış olmak üzere belli şeylere sahiptir. İşte bu insana “Daha iyisine ulaşabilmenin koşullarının üzerinde taşıyorsun,” dediğiniz zaman bu insan size hemen “Ben senin kadar iyimser bakmıyorum olaya, gerçekçi bakıyorum,” demektedir. Ona göre gerçeküstücü olan kendisi değil, sizsinizdir. Daha da beter olan şey ise şudur: Belki dostluğunuzun, belki de ısmarladığınız şarabın hatırına böyle yumuşak bir ton takınmıştır o insan. En derininde size bakışı o işe türkü söyleyip seke seke gitmek gerektiğini ifade eden alçak ne ise sizin de o olduğunuz yönündedir. Yani sizin ona bir hayal sattığınıza hükmetmiş, bunu da “gerçekçilik” vurgusuyla üzeri kapalı olarak yapmıştır. Muhabbetin ilerlediği anlarda da hiçbir şey değişmemiştir, sizin çözüme gerçeklere sadık kalarak odaklanmış olduğunuzdan öne sürdüğünüz her “çıkışı” bu insan “iyimser değil, gerçekçi olduğu” savıyla söndürüp durmuştur. Âdeta “benim kurtuluşum imkânsız”ı savunmaya gelmiştir oraya, dolayısıyla sizin onun kurtuluşuna dair öne sürdüğünüz hiçbir şeyin de onun nezdinde herhangi bir ehemmiyeti bulunmamaktadır. Niyedir gerçekten, niye böyledir bu insan? Şafağı –atarsa- beş kalmış olmasına rağmen gece nöbeti kitlenen öfkeli bir askerin de belirttiği gibi: “Ben nasıl fıttırmayayım hocam, ben nasıl delirmeyeyim?” Tezimizi ortaya fırlatmamızın zamanı geldi: Gerçekçi olmanın iyimserliğin karşıtıymış gibi algılanması, böyle bir algının yinelemekte yarar var “mal bulmuş mağribî gibi” kucaklanması kişinin kendi kendisini felç etmesi demektir. Bizi, söz konusu insan karşısında en azdan yola çıkarak büyük kurtuluşa işaret ettirecek bir iyimserliğin özünü ilerleyen bölümde açacağız ama öncesinde kendi kurtuluşsuzluğuna inanmanın da ötesinde iman eden bu insanın psikolojik açmazını da ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü bu insan bir anda böyle bir göt, böyle bir uslanmaz olmadı. Daha önce de belirttiğimiz vecizemizden yola çıkarak çözümleyebiliriz bu insanın o kahrolası psikolojisini: Sonunda hayal kırıklığı yaşamamak için inanabileceği bir şeye kendisini inandırmamaya çalışan insan patetik bir canlıdır. İşte olayın özü budur, bir çıkış olduğuna inanırım da sonra da hayal kırıklığı yaşarsam yanar kavrulurum ben korkusuna kendi kurtuluşsuzluğunun neferi hâline gelmiştir bu insan. Silahı ise kendince “gerçekçi olma” savıdır ve bu masum bir tavır da değildir; onun bağışlanamaz günahı, gerçekçi olma savını iyimserliğe karşı cepheye sürmesidir, yüreklice “kötümserim” diyemediği için manipülasyona başvurmuş, böylece kendisi ne zannederse zannetsin karşısındaki insanı ahmak yerine koymuştur. Elbette zehir zıkkım olmasın sana ısmarladığımız şaraplar hakkın, helali hoş olsun ama yapma bunu amına koyim. Yapma.

 

            Şimdi bizim en azı bile çıkışa hizmet etmeye endeksleyen iyimserliğimizin nedenlerini açalım ve böylece iyimserliğin bir mecburiyet olabileceğine yönelik tezimizi de biraz geniş alarak kanıtlamaya çalışalım. Bunu yaparken şikâyet ile şikâyetçinin samimiyetinin ölçüsü olarak eylem ve tavrın da ne olduğunu ortaya koymuş olalım. Birisi bir konuda şikâyet ediyor, daha hoşgörüsüz bir ifade ile “yakınıyorsa” ve siz de söz konusu insanın selametine dair samimi bir kaygı duyuyorsanız odağınız çözümden başka hiçbir şey olamaz, yasadır bu, evet, yasadır. Tuhaf bir yapısallık olarak konuştukça ve onaylandıkça rahatlayan, tam da bu nedenle çözümden ziyade konuşmayı ve onaylanmayı önceleyen feminenliği asla yargılamadan yok saymak mecburiyetindeyiz. Bu tavırlar da samimidir ama hizmet ettikleri şey bir çözümden ziyade, oyalamadır. “Oh be, konuştuk da rahatladım biraz, iyi ki içimi dökmüşüm, rahatladım,” gibi söylemler de bunu kanıtlar: Problem çözülmeden rahatlamıştır o insan, “oh be,” dediğine göre olayı çözmekten ziyade rahatlamak istediğini de ortaya koymuş olur. Herkesin kendi bileceği iş, bizi ilgilendirmez, biz az önce yasa olduğuna hükmettiğimiz çözüm arayışına gelelim. İnsanların gözden kaçırdığı, kaçırmıyorlarsa da üzerine eğilmekten kaçtıkları gerçek şudur: Bugün maalesef içine düştüğümüz sistemde istisnasız hepimiz kimsesizizdir. Sizin işler kızıştığında ne bir yasal güvenceniz ne de sosyal haklarınız vardır. Örneğin devlet “çalışmaya, çalıştırmaya teşvik” adı altında zaten işsiz olan insanlardan GSS denen bir sağlık sigortası ödemesi talep etmektedir. Buradaki alçaklık şudur: Sanki devlet size kocaman bir iş sahası açmış, fırsat üzerine fırsat yaratmış da siz asalaklığınızdan çalışmıyormuşsunuz gibi bir tavır söz konusudur. O yüzden o da sizin “onursuzca kuşandığınız asalaklığa” bir son vermek için “Al bakalım sana GSS” demiştir. Hem ortaya, -yineliyoruz, sadece İŞSSİZLERDEN alınan- bir haraç atıyor hem de herhangi bir iş sahası açmadığınız gibi bir de o sahayı bilinçli olarak daraltıyorsanız siz aslında bir katilsinizdir. Ya git vahşi doğadaki hayvanlar gibi, yani insan olduğun gerçeğini falan unutup savaş ya da öl demektesinizdir. İşte böyle bir ortamda sizin hakkınızı savunacak hiçbir kimse bulunmadığı için kimsesizsinizdir. İsyan edebileceğiniz, itiraz getirebileceğiniz hiçbir kanalınız yoktur. Daha da kötüsü, sizinle aynı sorunu paylaşan birkaç kişiyi kafaladığınız ya da bireysel olarak kendinizi ortaya attığınız anda aynı devlet sizi hemen bir terörist de ilan etmektedir. Olayı uzatırsanız önce gözaltı, sonra da terör örgütüyle bağlantı gibi şeyler -hiç şaka yapmadan- üzerinize yıkılmakta, böyle bir durumda da sizi hiçbir mahkeme haklı bulmamaktadır. Daha da uzatmak yersiz ama kısaca asgari ücretin bir norm olması, torpil, milyonlarca insanın yangından kaçar gibi KPSS’ye hazırlanması, üniversite okumamış ya da okuyamamışların sanki başlarına ne geliyorsa hak eden orospu çocuklarıymış gibi hizmet sektörüne mahkûm edilmesi, bir de onlara utanıp sıkılmadan “okusaydınız,” denmesi; tüm bunlar hep birlikte aldığımız topa BİRİLERİNİN el koyması ve “Top benim, oynatmıyorum,” demesidir. Sizin de haysiyetsizlik, açıkça hayat gaspı, yani katillik olan bu tavır karşısında gidecek hiçbir yeriniz, hakkınızı arayacak hiçbir kurumunuz yoktur. İşte samimi insanın iyimserce çözüme odaklanması, en azı bile çıkışa endeksleme iyimserliği ortadaki bu korkunç koşulları iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır. Şikâyetin ve şikâyetçinin bu sistemde bir karşılığı bulunmamaktadır çünkü. Daha doğru bir ifadeyle, ne şikâyet ne de şikâyetçi umursanmaktadır. Kendi kurtuluşsuzluğunun neferine “Ben iyimser değilim, gerçekçiyim,” şiarıyla dönüşmüş insan işte bunu gözden kaçırmaktadır. Asıl gerçeklerle yüreklice yüzleşmeye cesaret edebilen onurlu insanlar için benzetmemizi ortaya koymamızın zamanı geldi: Bugün yaşanan şey, bir esir kampında ne yaşanıyorsa odur. Budur bizim gerçeğimiz ve siz, esir düşmüş bir insan olduğunuzu bilmediğiniz için sizi bu kampta kırbaçlayanlardan aman dilendiğinizin de farkında değilsinizdir. “Avrupalı yaşıtlarım ülke ülke dolaşırken ben burada ne bu abi, ya bu ne ya.” Ha ha ha, kime bu şikâyetin? Sen esirsin amına koyim, esir! Senin ne gidebileceğin bir yerin, ne de senin sesini duyacak, seni umursayacak birilerin var. En ufak taşkınlıkta seni enselemeye hazır saçma sapan bekçisinden polisine kadar bir ordu var. Böyle bir ortamda en aza kadar her şeyi çıkışa endekslemek bir mecburiyet değil de nedir? Bir mahkûmun öyle ya da böyle koğuşuna sokabildiği bir çakı o mahkûm için bir çıkış bileti imkânı olduğu için değerlidir. Bizim de iyimserliğimizin özünde aynı şey vardır. İşte o yeni kıyafet alamadığı için yakınan insana “Daha iyisinin koşullarını üzerinde taşıyorsun,” derken biz bundan söz etmekteyizdir. Böyle bir ortamda iyimserlik demek, sistemdeki, yani sizleri esir almış olan insanlık düşmanlarındaki her açığa odaklanmak demektir. Elindeki her şeyi, daha doğrusu şahsi ordunuzdaki her askeri bir çıkış için cepheye sürmeniz demektir. “İyimser değillermiş, gerçekçi bakıyorlarmış olaya.” Alın size gerçekler amına koyduklarım. Şimdi gidin orada burada ağlamaya devam edin. Utanmadan kendi kurtuluşsuzluğunuzun neferliğini yürütün. Yetinmeyin, kendinizle birlikte size temas etmiş herkesi de zehirli karanlığınızla aşağı çekmeye çalışın. Tüm bu tavırların kime ve neye hizmet ettiğini ise asla düşünmeyin. Budur sizin samimiyetiniz.

 

            Aramızda “Şükür ki ben çok kötü bir noktada değilim,” gibi bir pespayeliğe savrulmuş olan insanların bunu elbette çaresizliklerinden yaptıklarını biliyoruz. Herkes düşünüyor, görüyor oynanan dramı ama “Ben ne yapabilirim ki?” diye haklı olarak düşünüp bireysel kurtuluşu öncelemeye, en azından kendi konumunu sağlama almaya itiliyor. Bu bile kimsesiz olduğumuzun bir kanıtıdır işte. İşte evsizleri görüyoruz, restoranlarda haftada altı gün çalışan ve kural gibi asgari ücret alan insanları, pazarlardan çürük meyve sebze toplayanları görüyoruz hepimiz, bunun böyle olmaması gerektiğinde mutabıkız en azından. Yine de hiçbir şey yapamıyoruz çünkü ne başvuracak bir mercii ne de sesimizi duyabilecek, bizi umursayacak birileri var. Bu da yaşadığımız şeyin bir hayat olmadığını, bildiğiniz gerçek anlamda bir esir kampında bizi esir edenlerin keyfince bize tecavüz etmemeleri, bize insanlık dışı muameleleri göstere göstere yapmamaları karşılığında debelenip durduğumuzu kanıtlamaya yeter. En azdan bile üretilen iyimserlik de yine bu yüzden bir mecburiyettir. Altını çizelim: MECBURİYETTİR. Bu mecburi iyimserliğin karşıtı ise “gerçekçi olmak” değildir. Herkes efendi ve delikanlı gibi “Ben kötümserim,” desin ve en azından gölge etmeme nezaketini göstersin. En azından eylemlerinizin ve tavırlarınızın samimi olmasına yönelik bir ölçütünüz olsun, bu kadar kopmayın insanlıktan, bu denli saygısızlaşmayın amına koyim.

 

            Evet, bir bar menüsünde gördüğümüz, Latin Amerika ülkelerinden birisine ait olduğunu anımsadığımız atasözünü, yanılma payını da not düşerek paylaşıp bitirelim: Kötümser olmayı mutlu günlere saklayalım. Birbirimizden başka kimsemiz yok ve bu boktanlığı da aşacaksak eğer ya biz bize aşacağız ya da Cemil Meriç’in de dediği gibi her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan bir götveren sürüsü gibi bizi esir edenlere çalışıp daha da batacağız. Bir çıkış her zaman vardır, kolları sıvayalım, dayanışalım ve metinde yeterince izah ettiğimiz aptalca tutumlardan kurtulalım, buradan başlayalım. Devam!

 

Ve müzik: https://youtu.be/Q3vZfDxhvek

Yorum