Şubat’ın bir günü

Yorum · 585 Görüntülenme · Okuma Süresi: 18 dakika

veda...

Şubat’ın bir günü

Bazı kelimeler boğazıma düğümleniyor. Bazılarıysa, içimde paramparça oluyor ama yine de söyleyemiyorum. Bugün, en zor kelimeleri yazmaya karar verdim. Sen bunu okurken, yıllardır içimde biriken acının, dolmuşluğun ve hüznün sözcüklere döküldüğünü göreceksin.

Birinci Kurşun

Yıllanmış bir şarap getirdi ve önümdeki bardağa yavaşça doldurdu. Gözlerimin içine baktı, hafif bir tebessüm etti ve masadan uzaklaştı. Konuşmanın zamanı gelmişti. Yılların biriktirdiği acıyı, hüznü anlatmanın vaktiydi. Kaçamak sözcüklere sığınıp farklı yollar denemeden, doğrudan anlatmalıydım. Şarabın keskin kokusu burnuma geldi. Yavaşça masaya yaklaşıp oturdu. Karşımda, hayatımı mahveden karar duruyordu, ama ben sadece gülümsüyordum. Gözlerinden kendimi alamıyordum. Belki de vazgeçmeliydim bu imkânsız aşktan, belki de artık onun benim için öldüğünü kabul etmem gerekiyordu. Göğsüm daralıyor, kemiklerim sızlıyordu. Her şey seninle güzeldi, gözlerine baktığımda içim soğurdu ama öldüğünü kabul edemedim. Özür dilerim.

O masada aslında hep tektim, güzel kadınım. Şimdi çok uzaklardasın, yanında başkaları varken ben sadece elimde bir kadeh, senin hayalinle yaşıyorum. Şimdi çok uzaklardasın, ama kokun hâlâ yakınımda. Ne olur gelme, hayallerimde bile kalma. Hikâyemin yeni başladığını bilmiyordum. Biliyor musun? Denedim. Senin gelmediğin her günü hatırladım. Unutmayı denedim, ama hayallerimden hiç gitmedin. Seni ararken kayboldum, söyleme nerede olduğunu. Sensiz yaşamalıyım.

Şimdi neredesin? Bazı hayaller bitermiş gibi, bazı gülüşler ömürlükmüş. Bana haksızlık ediyorsun, ben de mutlu olmalıydım. Neden seninle kaldım? Neden dört duvar arasında mahsur kaldım? Beni bırak artık, gideyim. Lütfen sessizliğini bozma. Konuşursan, kanar ve yeşerir duygularım sana. Zamanla öğrendim en zayıf noktamı: seni. Belki vedaları sevmediğim için kaldın içimde, gün oldun GÜNAYDIN. Belki sana elveda demeliyim, çünkü akşam oldun, kararttın ve hayatımdan kaydın.

Rüyalarıma bile girme, özlüyorum. Verme ümidi, her gün canlı canlı gömülüyorum.


*“Sevmek için geç, ölmek için çok erken

Başa başa çay, el ele yürümek derken

Boğaz vapurları mı iskele ancak

Telefonda kaybolmak, sesini beklerken

İnsan insanı yeniler doğrudur ancak

SEVMEK İÇİN GEÇ, ÖLMEK İÇİN ÇOK ERKEN”


İnsan, hayata ağlayarak başlar. Çektiği ilk nefes ciğerlerini yakar, parçalar. O acıyla başlar maceralar; her nefesinde yeni bir acı yaşatır, kalbini ağrıtır, kemiklerini kırar. Seni bir sefil gibi yerlere fırlatır, kalmanı ister. Gözlerine bakar, kanlı kanlı o gözlere. Yok olmanı ister sadece. Sonra uyanırız ve aslında hayata yüklediğimiz anlamın sorumlusunun biz olduğunu fark ederiz. Kendi hayatımızın renklerini solduruyormuşuz. Mavi rengin kıymetini bilmiyormuşuz. O denizde yok olmayı, o denizin kaptanı olmayı bilmiyormuşuz. Gülemiyormuşuz bize ait olan uçsuz bucaksız denize. Güzelliğiyle büyülenip düşünemez hale geliyormuşuz. Sapsarı güneşin kavuruculuğunu önemsemiyormuşuz. O ışıkla büyüyemiyormuşuz.

Her nefesinle yok oluyormuşuz. Her saniye, her düşünceyle hırçınlaşıyoruz. Hırçınlaştıkça, o rengini kaybetmiş gözleri özlüyoruz. Sana ait bile olmayan o gözleri... Sanki karşımda oturuyor deniz gözlüm. Zamanında değerini bilemediğim kadının hikâyesini yazıyorum. Dokunmaya kıyamadığım o saçlarını hayal ediyorum. Sesini unuttum, elimde sadece bir fotoğraf var. Yoksa haklılar mıydı? Onun fotoğrafına mı âşık oldum?

Keşke gücüm olsaydı da yüreğimi söküp gösterebilseydim sana, deniz gözlüm. Seni nasıl özlediğimi, nasıl sevdiğimi haykırsaydım. Yağmur olup yağsaydın küçük ömrüme. Hiç değişmedin. Hayallerimdeki seni değiştiremedim. Kıyamadım, kızgınlıklarınla, gülüşlerinle yine sensin. Ama bu güzel hikâyeye kendimi yakıştıramıyorum. Özür dilerim sevdam, kendime ihanet ediyorum.

Korkuyorum, kalbim sakat kalacak diye. Üzülüyorum, sessizliğinde yok olacağım diye.

Dumanlar bütün evimi kapladı. Kapkara dumanlar, derimin yavaş yavaş yandığını hissettiriyor. Nefes alamıyorum. Yok oluyorum. Şimdi başka kollarda uyanıyorsun güne. Beni unuttun, biliyorum. Haber verdin gittiğini, haber verdin evlendiğini. O gün ölmek istedim. Ama bilmiyordum ki her gün acı içinde öleceğimi... Bu kadar mı acımasızdın? Beni öldürmeye doyamadın mı?

Vicdansızsın hayat.


**Hâlâ yok beni anlayan, bu yüzden aramadım kimseyi.


Artık kelimelerimi kullanamıyorum seni ve acılarımı anlatmaya. Kutlu olsun hayatın, sönsün gitsin ömrümden. Kapanmamış yaralarımı bana bırak ve git hayallerimden. Beni benimle bırak ki biraz ağlayabileyim.

İzin ver ki ömrüme benim yağmurlarım yağsın, sönsün içimdeki yangın. Boğulmak istemiyorum senin dumanlarında. Çünkü her nefesimde senin acını çekiyorum. Güzel olma bana, anlatma onlara. Bırak unutulan olayım. Bırak unutulayım ki huzura ereyim. Bırak da bu adam biraz...


İkinci Kurşun

Bilmiyorsun tabii ki de sensiz geçen günlerin azabını. Bilmiyorsun senden sonraki dostluklarımı. Kaybettiğim kadar dost kazandım bu hayatta. Dostlarımın hepsi seni tanıyor, duydum ki onları araştırmışsın. Merak etmişsin. Güldüm… Hem de çok güldüm.

Bazen bazı şeylerin sonu, şakak kemiğine dayanan bir silah kadar keskin ve hissizdir. Doğru… Her katil olay yerine geri döner. Cesedi kontrol eder, merak eder. Ama merak etme, dostlarım bana iyi bakıyor. Her gün, sıkacağım o kurşunları elimden alıyorlar. Hâlâ onlara seni anlatıyorum. Sıkılmadılar. Masamda olsalardı, seni de tanırlardı. Ama ne ilginçtir ki, her şey senin istediğin gibi oldu: Yalnız kalamadım. Sen gittin, dostluklarım oluştu. Ve artık geri gelsen bile, dostluklarımı sığdıracak kadar yerin kalmadı içimde. Ne kadar acımasızca değil mi? Ömrümü vereceğim kişiydin, şimdi ise sadece özlediğim ama asla ulaşamayacağım bir kutsala dönüştün.

Bazı dostluklarım, senin uyanmamı beklediğin bu odada kuruldu. Bazılarıysa seni görmemek için kaçtığım o şehirde. Dönüp dolaşıp Dante’ye çıktı yollar. Tüm duvarlara adımı yazmışlar. Hep farklı insanlar, hep farklı kadınlar gördüm. Ama dönüp seni yazamadım. Farklı hayatlar denemek için kendimi değiştirdim ama sen hep aynı kaldın.

Her gün birlikte söylediğimiz şarkılar bana hançer oldu, ucu kanlı bir mızrak gibi saplandı içime. Şehrinin her sokağında seni aradım, her köşesinde seni gözledim. Kimsenin olmadığı yerde yanımda olmanı istedim. Kalbimdeki kırıklara saatlerce ağladım, günlerce uykusuz kaldım. Hastaneye kaldırıldım, kalp krizi geçirdim ama yine sen yoktun. Şarkılar bile seni işaret ediyordu ama tek bir sorun vardı: SEN YOKTUN.

Bazen düşünüyorum… Hiç mi sevilmedim? Hak etmedim mi mutluluğu? Eğer hak etmediysem, neden beni bu kadar bağladın kendine? Neden seni düşünür oldum? Neden yazarken sen oluyorum? Neden gülerken kıkırdıyorum, neden? NEDEN?
Beni neden sevmedin?

Seni başka insanlarda aradım. Hata yaptım. Onların hiçbir suçu yoktu. Suçlu olan sadece ben ve hayalimdeki sendin. Hep “olmaz” dedin. Aldattığımı hissettirdin. Dostlarım, “Sen kimseyi sevmiyorsun.” dediğinde, kalbimin ne kadar acıdığını bilemezsin. SORMADIN.

Bana kalan tek şey, bu acı. Ne ilacı var ne de çözümü.

Yıllar sonra sordular: “SEVİYOR MUSUN?”
CEVAP VEREMEDİM.

Beni benden aldığın gün, kelimelerim de seninle gitti. Doğum günümde kendimi bir kulüpte buldum. Ben böyle değildim.

Beni benden aldın. Beni, ben olmaktan çıkardın. Ne kaldı geriye? Ne kaldı benden? Kahrolsun…


Üçüncü Kurşun

Tanıtım zamanı! Kimsin sen? Karşımda oturan o kadın kim? Kimdin sen? Nasıl unuttum sesini, nasıl unuttum kokunu bilemiyorum. Ama gülerken gözlerinin kısıldığını, kafanı sağa doğru eğdiğinde çok tatlı olduğunu, ben uyurken bana aşk sözleri fısıldadığını unutamıyorum. Bana bakarken kıyamadığını, elini beline attığında hata yaptığımı anladığımı, gitarı eline aldığında yüzüne yerleşen tatlı tebessümü hatırlıyorum. En önemlisi, bana söylediklerini unutamıyorum. Kimdin sen? Adını bile söyleyemiyorum, canım yanıyor sevgilim.

Sana şarkılar yazmak isterdim. Şarkılarımız bizim hikâyemiz olsun isterdim. Saçlarını kulağının arkasına attığında hep bir buse kondurmak isterdim. Sana her baktığımda gülümseyip başımı omzuna yaslamak isterdim. Hayatta her şeyi unuttum ama seni unutamadım. Bilemedim...

Bu yazıları yazarken, bir gün sen de okursun diye yazdım hep. Hepsinde bir gözyaşı saklı. Seni hep içimde sakladım, hep gizli bir öge oldun. Bazen ben Selim oldum, sen Yağmur. Bazen ben Can oldum, sen ise ömrüm. Bir çocuk oldum, sen yanından ayıramadığım bir balon oldun. Bazen nefret oldum, sen sükûneti benimsedin. Tanıtamadım...

Tiyatrodaki gibi "Perde!" diye bağırıp seni sanat olarak sundum dünyama.

Herkes kelimelerin büyüsünde kaybolup kendini aradı. Benim evrenimdeki yıldızların ışığı bile seni kıskanırdı. Adın kadar güzeldin, sanatım. Bazen sonum "Yok Oluş" oldu, bazen ise "Kalp Muharebesi." Ya seninle kavga ettim ya da senin özlemin bana sinir oldu. Ancak en çok "Yaşamayı Ciddiye Aldım"da bir sözle seni andım: "Ben çok ciddiye aldım seni, hayatımdan göçerken."

Kimdin sen kadın? Kimsin? Neden bağladın beni? Pardon, hiçbirini bilmiyordun sen. Habersiz bir durumla karşı karşıya kaldın. Kimse sevildiğinin farkına bile varmaz, değil mi? Sevgi dediğimiz şeye kimse önem bile vermez. Peki, önemli değilse sizler neye önem veriyorsunuz? Para mı? Mülk mü? Araba mı? Ne?

Bırakalım bu saçmalık dolu kelimeleri, yakalım hepsini. Merak etmeyin, ben zaten yandım. Yanmanın ne olduğunu ben bilirim.

O ateşin içinde kaybolmuşluğu, vazgeçmişliği, yok oluşu ben bilirim. Canlı canlı mezara gömüldüm. Bilemezsin...

Masamın karşısında sessizce oturmak o kadar kolaydı, değil mi? Her zamanki gibi sadece bana bakıp gülümsüyorsun. Merak etme, ben etkilenmedim. Şaraptır. Şimdi bana öyle bakma... Şarap aşktır, ama siz bunu nereden bileceksiniz ki?


Dördüncü Kurşun

Bu masada anlattıklarım bir yüzleşmeydi. Korkularımın üstüne gitmek, korkusuz bir korkağı oynamaktı. Ama korkan ben değilim. Sensin. Bakışlarının ne kadar namert, ne kadar çürük olduğunu fark ettiğin gün, savaşın benimle değil, kendi değersizliğinle olduğunu göreceksin. Çünkü asıl mahkum, kendi kalbindeki zindana tıkılan sensin.

Bu bir savaş. Bu bir kurtuluş. Bağımlısı olduğun zincirlerden kurtulmanın zamanı gelmedi mi? Yabancı. Evet, artık yabancı. Senden geriye ne kaldı ki? Birkaç soğuk anı, içi boş vaatler ve arkamda bıraktığın bir enkaz. İhanetin izi, her zaman en derinde kalır. Ama ben o izlerin üzerini örtmüyorum. Kapatmıyorum. İyileşmek için değil, her gün o yara kabuğunu kanatmak için yaşıyorum. Çünkü acı, bana kim olduğumu hatırlatıyor.

Bu, benimle onun arasındaki iç hesaplaşma. Onun bana olan nefreti, zamanında beni sevmiş olmasından doğdu. Ama artık olayların nasıl bu noktaya geldiğini düşünmüyorum bile. Körleştirdiğin bir adamın savaşı bu. Ne farkındasın ne de umurunda. Mutluluğun bile rahatsız edici. Senin varlığın, benim nefretimi besliyor. Yarı yolda bırakıp mutlu olanlara hep aynı gözle bakıyorum. Terk eden herkes aynı surete bürünür. Aynı ucuz mutluluk, aynı sahte pişmanlık.

Kanla dolu bir gölde, birisi hâlâ ayakta. Etraf cesetlerle dolu. Her biri oyulmuş, her biri yok edilmiş. Hiç acımadın mı? Söyle, gerçekten hiç mi acımadın? Siz aynısınız. Ama ben size benzemem. Benim hatalarım benimle birlikte cehenneme gider, iyiliklerimse cennete yakışır. Kimsesizliğin ortasında vicdanımla ayakta kalıyorum. Siz nereden bileceksiniz ki!


Zulmedip unutanlar, unuttuklarını zannedenler… Kendinizi kandırmaktan yorulmadınız mı? İnsanları lime lime edip yolunuza devam ederken, geceleri rahat uyuyabildiğinize inanıyor musunuz? Ama sizi bilirim. Herkes gibi, siz de korkuyorsunuz. Geceleri tavanı izleyip, kim olduğunuzu sorguluyorsunuz. Ama itiraf etmeye cesaretiniz yok. O yüzden susun. Siz korkusuz değil, sadece korkularını inkar edenlerdensiniz.

Günahlarınızın cezasını insanlığı katlederek ödüyorsunuz. Evet, katilsiniz. İnsanların ömrünü söküp çiğniyorsunuz. Ve bunu yaparken bir kez olsun sızlamadı mı o taşlaşmış kalbiniz? Size yapılanlar için ağlarken, başkalarının hayatlarını mahvetmekten en büyük zevki aldınız, değil mi? İnsan çok garip bir varlık. Yok ettiğiniz ruhları, insafsızlığınızla silip süpürdünüz. Kırılmış insanları hiçe saydınız. Ne suçu vardı o çocuğun?

Küçücüktü. Masumdu. Umutsuzca bir şeyler anlatıyordu ama kimse dinlemiyordu. O da sustu. Tıpkı bizler gibi. İçinde bir şey öldü. Ama siz bunu bile fark etmediniz. Çünkü gözünüzü bile kırpmadınız.

Değil mi? Orada olmamalıydı...
Kahretsin.

Bazı insanlara yazık.
Bazılarına ise hiç yazık değil.


Beşinci Kurşun

Masaya yavaşça geri oturdum, derin bir nefes aldım ve karşımda oturan o kadına baktım. Ağlıyordu. Sadece bana doğru bakıyordu. Gözyaşları, bir kurşun gibi teker teker masaya düşüyordu. Yavaşça bir sigara çıkardım, yaktım ve derin bir nefes çektim. Ardından şarabımı kaldırıp masadaki o cılız muma yaklaştırdım. Ne güzel görünüyordu, değil mi? Kırmızı, koyu ve büyüleyici... Yavaşça o güzel şarabı içmeye başladım. Masamda kurşunlar yağmasına rağmen ben burada, bu anın tadını çıkarıyordum. Ne kadar zalimce!

Masada sadece ikimiz vardık. Sahne artık onundu. Yapabileceği en büyük duygusallığı yapacak, gözyaşlarıyla duygularımı manipüle edecek ve kendini affettirecekti. Yine hayallerimde kendini yaşatacak, yine bundan zevk alacaktı. Ama bu sefer ben eskisi gibi değildim. Dudaklarımda keskin bir gülümseme belirdi. Kim bozabilirdi ki bu zevkimi?

Bardakta kalan son yudumu da içtikten sonra boş bardağı kadına doğru uzattım.

"Bak kendine," dedim, "Ne yalanlar söylüyorsun? Döktüğün her gözyaşı, bir kurşun gibi masaya yağıyor. Karşımda sessizliğini bozmuyorsun, her şeyi olduğu gibi kabul etmişsin. Kimsin sen?"

Belki de son sözlerimdi. Belki de kadını son defa görecektim. Belki de son kez bana yalvaracaktı. Ancak ben onun kocası değilim. Bunlar sadece bir hayalden ibaret. O zaman gelin, hikâyeye baştan başlayalım.

Hatta şöyle diyelim:

Gözlerini yavaşça açtı ve bir ses duydu.

Hayır, aslında bir ses yoktu. Hepsi kurmaca bir hayaldi. Sessizlik ve karanlık içinde boğulan bir çaresizdi o. Yıllar öncesini unutamayan, acılarını anlatabilmek için yazmaya çalışan biri.

Ey dünya! Ne bekliyorsunuz ki? Mutlu bir son mu?

Silahımda beş kurşun var. Beşi de bir harf eder, beşi de bir ömür eyler. Beşi de bir ölümü beller. O da benim. Canlı olup da cansız bir mahkûma dönüşen, gönlündeki hapishanesinde hayalleri tarafından esir düşen bir mahkûm...

Kıymazsınız, değil mi?

Ne kadar acı! Erkek adam böyle severmiş. Ne kadar acımasız bir şey!

Evet, evet... Hepiniz haklısınız. Her zamanki gibi gidin! Beni, benimle bırakın.

Doğru, nerede kaldıysam cenazem oradaymış. Nerede vurulduysam orada gebertilmişim. Aslında çoktan ölmüş birinin hikâyesini dinlediniz. O kadın asla düşündüğüm gibi olamazdı, olamayacaktı da. O sadece bir sebep oldu.

Öyleyse, izninizle veda etmek istiyorum.

Ben, ölümlü biri olarak, ölümsüz olan aşkı selamlıyorum. Sana yenilgimi kabul ediyorum ama sana veda ediyorum. Mutlu olduğun dünya artık başkası. Artık başka bir evrenin güneşisin.

Ve şimdi, izninle... yok ol.

Bir daha var olmayacak bir isme, bir daha dokunulmayacak bir tene, bir daha duyulmayacak bir sese veda ediyorum. Bir zamanlar gözlerimde ışık olan birini, şimdi en karanlık gecelerime gömüyorum.

İşte bu yüzden kaybettim. İşte bu yüzden bittim. Bir insanın içinde hem mezar hem de yas tutan olabileceğini kim bilebilirdi ki? Bir zamanlar kalbimde atan sen, şimdi toprağına kürekle toprak atan bir hayalden ibaretsin.

Söyle, nasıl ağlamam? Hangi gözyaşı seni geri getirebilir? Hangi kelime seni bana affettirebilir? Hangi dua bizi yeniden bir araya getirebilir?

Hiçbiri.

Çünkü erkek ölür, kadın gider.
Kadın gider, erkek delirir.
Ve ben, işte burada, bu deliliğin tam ortasında, kendimi kaybettim.

Ama merak etme. Ben zaten çoktan öldüm.



Yorum