Ziyaret saatleri dışında geldiği için güvenlik zorluk çıkartmış ama sonunda ikna edebilmiş güvenliği. Hastaneye sokmazlar diye gerçek çiçek yerine oyuncak pelüş çiçek almış. Ne güzel düşünmüş. Odamda durur hâlâ. Neşeli gözükmeye çalışıyordu. Bana moral vermek istediği belliydi. Onun o neşeli hâline ben de güler yüzlü bir şekilde karşılık verdim. Bu arada annemle babam çabucak ısındılar ve çok sevdiler Gamze'yi. Onunla yakından ilgilendiler. "Kalacak düzgün bir yeri var mıydı?" "Harçlığı var mıydı?" Öğrenci hâliyle Eskişehir'den oralara kadar gelmesi onları etkilemişti. O akşam neler konuştuğumuzu pek hatırlamıyorum, doğrusu. Belki de beni son kez görmek için gelmişti. Ne yazık ki son değildi...
Sabah, rutin kontrollerin ardından hastane koridorlarında bir hareketlilik sezdim. Ağabeyim çıkıp koridoru kolaçan ettikten sonra yanıma geldi. "Aşkın hoca geliyor," dedi. Annemle babam hemen ortalıktaki yiyecek içecekleri toparladıktan sonra koltuğun üstündeki çarşafları ve pikeyi katlayıp dolaba yerleştirdiler. Aşkın hoca, yanındaki düşük rütbeli doktorlarla birlikte, general edasıyla odamıza giriş yaptı. Yatağımın ayak ucunda durup kendi aralarında değerlendirmede bulundular. Askerler generale boynumun mr'ını gösteriyor, teknik terimler kullanarak durumumu detaylıca anlatıyorlardı. Sonra aralarından birisinin hâlimi hatırımı sormak geldi aklına.
"Nasılsın?"
"İyiyim."
Cebinden kalem çıkartarak: "Şimdi sana bir test uygulayacağız. Bu kalemle vücudunun çeşitli bölgelerine dokunacağım, sen de hissedip hissetmediğini söyleyeceksin. Anlaştık mı? Tamam mı?"
"Tamam."
"Kapat gözlerini. Yalan söylemek yok ama."
Gerçekten böyle bir test için yalan söyleyebileceğimi düşünmüş müydü yoksa şaka mı yapıyordu anlamamıştım. Gözlerimi kapattım.
"Hissediyor musun?" Sağ ayağımda bir elektriklenme hissediyordum. Hani şu manyetolu çakmaklar vardır ya, işte onların elektriğinin elinizi çarpması gibi bir his.
"Ee, evet."
"Şimdi?"
"Hayır."
"Şimdi nerene dokunuyorum?"
"Bilmiyorum."
"Şimdi?"
"Biraz hissediyorum." Meme ucumun hizasında bir yerlere dokundu. Daha üst kısımları daha net hissettim.
Şundan ölüm mefhumu kadar emin olmuştuk: Bütün bedenimde, göğsümün biraz üst kısımlarından ayak parmaklarıma kadar olan bölümün (yani bedenimin yaklaşık %96'sını) hiçbir zerresini hissetmiyordum. Hissettiğimi söylediğim yerlerde yanılmışım. Bana zihnimin bir oyunuymuş bu, tamamen palavraymış. Yani umut gibi...
Başıma saplanan demir tacımla da yakından ilgiliydi bizim doktor. Kafamın üstünden, yatağımın başucundan yere doğru uzanan, tacıma bağlı yayın ucuna takılmış ağırlıklar bir türlü memnun etmiyordu doktorumu. Hafif buluyordu ağırlıkları. Gün geçtikçe artırıyordu. Eğer yanlış hatırlamıyorsam en son tam dört kiloyu bulmuştu ağırlıklar. Kafamın yastıkla temas eden bölümü, yani arkası epeyce acımaya başlamıştı. Neyse ki saçlarım, biraz uzun olduğu için çok az da olsa kafa derime olan baskıyı azaltmada yardımcı oluyordu. Burada uzun süre sabit bir şekilde yatmak zorunda olanlar dışında hiç kimsenin bilmediği bir problemle daha tanıştık: "Bası yarası." Yatak veya sert yüzeyler üzerinde kıpırdamadan uzun süre duran insan etinin yüzeyle temas eden bölümü, kendi ağırlığının baskısı altında kalır. Bunun sonucunda yeterli kan dolaşımı sağlanamayan bu bölgede yara oluşur. Çoğunlukla içeriden oluşmaya başlayan bu yara, siz dışarıdan fark edene kadar devasa boyutlara ulaşabilir. Sırt üstü yatan hastaların en çok baskı gören yeri kalçalarıdır. Hasta, kilolu ise ağırlığından dolayı yaralar daha çabuk oluşur. Dikkat edilmezse bu yaralar çok kısa zamanda kemiklere kadar bile derinleşir!
Doktor boynumu kesinlikle oynatmamamı salık verdiği için o konuda fazla hassastık. Resmen hayat memat meselesiydi. Dolayısıyla enikonu acımaya başlayan kafamın arkasıyla ilgili fazla ses çıkartamıyordum. Ağabeyimin empatisi sayesinde olucak ki bir gün bir fikir ve saç kurutma makinesiyle çıkageldi. Ağırlıklar, demir ve vidalar altında ezilen zavallı kafamın arkasına bir nebze hava aldırmak istemişti. Oldukça hassas parmak hareketleriyle yastığa bastırarak başımın altında boşluklar açıyor, oluşan boşluklara soğuğa ayarlı saç kurutma makinesiyle hava üflüyordu. Günün sonunda, söylemeyelim ki bu yöntem hasarı önleme bakımından ne yazık ki pek işe yaramamıştı.
Ameliyat tarihimin belirsizliği, başlı başına can sıkıcı olan bu belirsizlik, belimi çatırdatan fiziksel acılarımın üstüne bindikçe biniyor, sadece benim değil perişan ailemin üzerine de kâbus gibi çöküyordu. Fakat öyle ya da böyle, siz isteseniz de istemeseniz de vakit geçiyordu. Geçti de, geçiyor da...
Derken sonunda beklenen "müjde" geldi! Hastaneye geldikten üç hafta sonra kaderimi belirleyecek o ameliyatı olacaktım. Bütün testler yapılıp ameliyata uygun bir durumda olduğum belirlenmişti. Hiçbir korku hissetmiyordum. Yani ölümden korkmuyordum. Her şeyin olması gerektiği gibi olacağını biliyordum. Yalnızca geçmiş hayatımla ilgili hatalarım ve günahlarım beni endişelendiriyordu. Onlarla ilgili gelen son pişmanlığın bir faydasının olmayacağını biliyordum. Yine de itiraf etmek zorunda hissetmiştim kendimi. Hem de sesli bir biçimde. Ağabeyimle konuşurken birden bu duygusal his sarmıştı beni. Daha iyi bir insan olabilir miydim? Bilmiyorum. Denemiştim. Hâlâ deniyorum. Bitmek bilmeyen bu mücadelenin yorgunluğu, bazı olamayışlar, yetemeyişler, her şey bitmiş olursa elimden geleni yapmış olmanın verdiği hafifletici dinginlik... Bütün bunlar duygulandırmıştı beni. Sanırım yeteri kadar dolmuştum. Ağabeyime hislerimi ve duygularımı anlatırken, hiç hesapta yokken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. İşte "katarsis" dediğin böyle olur!
En azından kafatasıma saplanan o demirlerden, ağırlıklardan kurtulacağım için ve mental sağlığımı yerle bir eden belirsiz bekleyişten kurtulacağım için sevinmiştim. Daha ilerideki zamanları hiç düşünmüyordum, gereksizdi. Zira benim için bir daha yarın olmayabilirdi. Aslında etraflıca düşündüğümüz zaman bunun tüm yaşam boyunca geçerli olduğunu fark ederiz ama hiç öyle değilmiş gibi yaşarız. Gelgelelim o gece ve sabah geleceğimi düşünmememin sebebi ölebilecek olmam değildi. Düşünce ajandamın ağzına kadar dolu oluşu, o kadar yoğun oluşu ki beni birkaç gün sonrasını düşünmekten alıkoyuyordu.
Serumun içine karıştırdıkları sedatiflerin yardımıyla sabaha karşı uykuya dalmıştım. Çok geçmeden acıdan yoksun geçen bu saatleri bana lâyık görmeyen doktorlar ve hemşireler odaya baskın yaparak beni uyandırdılar. Bütün takım taklavatla beraber beni aşağıya götürmeye geldiler. Yatağımla beraber kafamdaki vidalı demirler, ağırlıklarımla, hep beraber. Aman Allah'ım ne büyük tantanaydı ama! Odamdaki tavan manzarasından o kadar sıkılmıştım ki yatağımla ilerlerken farklı olan ne varsa görmeye çalışıyordum. Koridordaki büyük danışma masası, farklı hemşireler, farklı insanlar, oda kapıları... Hepsinden yarım yamalak... Arada bir de etrafımdaki akrabalarımın seslerini duyuyordum. En büyük halam ağlıyor, sürekli dua ediyor, iyi dilekler diliyordu. Görüş alanımın büyük kısmını yatağımın etrafındaki ailemin ve sağlık görevlilerinin belden üstleri ile tavandaki strafor kaplamalar oluşturuyordu. Ameliyathanenin bulunduğu koridora girerken ailemle vedalaşmak zorunda kaldım. Neler konuştuğumuzu, yüzlerindeki ifadeleri hiç hatırlamıyorum. Ameliyatımın ne kadar ciddi, tehlikeli ve riskli olduğunu bilmiyordum. Ailem biliyordu...
Önce beni bir sedyeye koymak istediler. Başımdaki demirler ve ağırlıklar alınmadan transfer edilemeyeceğimi anlayan doktorlar hemen olaya müdahil oldular. Bir hışımla vidaları gevşetti, acemi ama bölüm başkanının gözüne girmeye çalışan doktor. Doğrusu o ağırlıktan, kafamı yastığa mıh gibi çivileyen o ağırlıklardan kurtulacağım için bir nebze rahatlamıştım. Vidalar gevşedi, kafam hafifledi. Doktor Bey usulca çıkarttı başımdaki demir tacı. Kesif bir koku yayıldı. Çürümüş et ve envaiçeşit kimyasal kokuyordu. Önce anlamadım kokunun nereden geldiğini. Kafamdan geldiğine ihtimal vermek istemedim. Doktorun başımın altından yastığı almasıyla kokunun kaynağı ortaya çıkmıştı. Yastıktaki yarı kurumuş kanla karışık kırmızı, kahverengi, sarı renkteki izleri ve irinleri görünce kokunun kafamdan geldiğine ikna oldum. Doktorlar manzarayı görünce şaşkınlıklarını gizleyemediler. Hasta bakıcılardan bir şey getirmelerini istediler. Jöle kıvamında, koyu sarı renkli, silikon, büyük bir kül tablası şeklinde ortası boş bir çanağa benziyordu getirdikleri şey. Başımın altına koyduklarında ortasındaki boşluk sayesinde yaranın boşlukta kalmasını ve daha fazla zarar görmemesini sağlıyordu bu silikon alet.
Anlayacağınız basbayağı çürümeye başlamıştım. Hem de daha diri diriyken. Ve zamanında Pontius Pilatus'un taşlanmaktan yara bere içinde, dikenli tellerden tacıyla, biraz sonra çarmıha gerilmeden önce, toplanmış kalabalığa dönerek eliyle İsa'yı gösterip dediği gibi: Ecce homo (İşte insan)! Bazı insanlar ölümlerinden önce çürümeye başlarlar. Dünya onların çekip gitmelerini bile beklemeyecek kadar acımasızdır.
Bir de turp gibi sapasağlam oldukları hâlde çürüdüğünü iddia eden, sözde hakikat adına konuşan, yazan; gerçeklikten uzak, hayal dünyasında yaşayan, kendilerine utanmadan filozof denilen şımarık insanlar vardır. Kendilerine varoluşçu da denilen bu soytarılar yaşamın hiçbir anlamı olmadığını, rastgele dünyaya fırlatıldığımızı, eğer anlam aranacaksa bunu kendimizin uydurması gerektiğini söylerler. Bakın dikkat edin, kişiden kişiye değişen "uydurma" bir anlamdan söz ediliyor burada. Kendileri de çok iyi bilirler ki anlam olmadan bu dünyada yapılan yahut söylenen hiçbir şeyin kıymeti ve önemi yoktur. Zira her şey gelip geçicidir. Üstadın dediği gibi: "Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek."
Emil Michel Cioran "Çürümenin Kitabı"nı yazmıştır, daha doğrusu yazdığını iddia etmiştir. Bu tür kişilikler, gayet sağlıklı ve çoğu imkâna sahip olmalarına rağmen mutlu olmayı beceremezler ve yaşamı suçlarlar. Hayatın ne kadar acı dolu olduğundan dem vururlar. Çürümenin ne demek olduğunu bildiklerini söyleyecek kadar da iki yüzlüdürler. Oysa sadece hayattan zevk almayı, aşık olmayı, eğlenmeyi bilmiyorlardır. Hepsi bu! Cioran'ın karşısına geçip Çürümenin Kitabı işte böyle yazılır demek isterdim. Kanımla, canımla ve çürümüş kafa derimle!..